Türkiye’de Süfyanizm ünvanıyla devam eden dehşetli planlarını bozmak ve akamete uğratmak için Risale-i Nur telif edilmiş, başta ülkemiz ve âlem-i İslâm olarak bütün insanlığın imdadına merhamet-i İlâhiye tarafından gönderilmiştir. “Ecnebi parmağıyla idare edilen zındıka komiteleri, İslâmiyet’i imha için, İslâm memleketlerinde, bilhâssa Türkiye’de, öyle desiselerle entrikalar çevirmişler, haince dolaplar döndürmüşler, hunharane ve vahşiyane zulümler irtikâb ve şeytanî ve menfur plânlar tatbik etmişler ve iğfalatta bulunmuşlar; iblisane, sinsî metodlar takib etmişler ve kardeşi kardeşe çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesad ve tefrika tohumları saçmışlardır ki; bunlar İslâm’ın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribatlar yapmıştır. Fakat o musîbetler, Cenâb-ı Hakk’ın imdadı ile tahrik ve istihdam olunan Bediüzzaman Said Nursî gibi, ihlâs-ı tâmmı kazanmış olan bir zât vasıtasıyla, rahmet-i İlâhî ile mededres ve şifaresan ve cihanpesend ve cihanşümul bir mahiyeti haiz Risale-i Nur eserlerinin meydana gelmesine sebeb olmuştur.” (Sözler)
Merhum Zübeyir Gündüzalp’in bu husustaki tesbiti çok mühim ve dikkat çekicidir. Diyor ki: “Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvelâ imanın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak plânını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Hâlbuki imanın rükünlerinden birisinde hâsıl olacak bir şübhe veya inkâr, dinin teferruatında yapılan lâkaydlıktan pek çok defa daha felâketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki; şimdi en mühim iş, taklidî imanı tahkikî imana çevirerek imanı kuvvetlendirmektir, imanı takviye etmektir, imanı kurtarmaktır. İmanın rükünlerinden en mühimmi, İman-ı Billah’tır; Allah’a imandır. Sonra Nübüvvet ve Haşir’dir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim; iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı; iman ilmidir. İman, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmanın çok mertebeleri vardır. Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki dalâlet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imanı elde eden bir kimsenin, iman ve İslâmiyet’i dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa, o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi, bir vesvese veya şübheye düşürtemez. İşte bu hakikatlara binaen, biz de tahkikî imanı ders vererek, imanı kuvvetlendirip insanı ebedî saadet ve selâmete götürecek Kur’ân ve iman hakikatlarını câmi’ bir eseri, sebat ve devam ve dikkatle okumayı kat’iyyetle lâzım ve elzem gördük. Aksi takdirde, bu zamanda dünyevî ve uhrevî dehşetli musîbetler içine düşmek, şübhe götürmez bir hakikat halindedir. Bunun için yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’ân-ı Hakîm’in imanî âyetlerini ve bu asra bakan âyet-i kerimelerini tefsir eden yüksek bir Kur’ân tefsirine sarılmaktır. Hem Türk gençliğine, hem umum Müslümanlara ve beşeriyete Kur’ânî bir rehber ve bir mürşid-i ekmel olacak bir eserin Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur eserleri olduğu kanaatına vardık. Bizimle beraber, bu hakikata Risale-i Nur’la imanını kurtaran yüzbinlerle kimseler de şahiddir.” (Sözler)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri de, bu manada yegâne çarenin Risale-i Nur olduğunu, başka şeylerin bilhassa siyasetin çare olmadığını şöylece ifade etmektedir: “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır; nifaka inkılâb eder.” (Lem’alar)
Üstad Bediüzzaman Hazretlerine Risale-i Nur’un yazdırılmasının en mühim sebebi şudur:
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Van’daki ikameti esnasında, âlem-i İslâm’ın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müdhiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi: İngiliz Meclis-i Meb’usanında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur’ân-ı Kerîm’i göstererek söylediği bir nutukta: Bu Kur’ân, İslâmlar’ın elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş. İşte bu müdhiş haber, onda tarifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlâs, cesaret ve şecaat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman’ın, bu havadis üzerine: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!” diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır. (Tarihçe-i Hayat )
Bu akımın Türkiye’deki yansımasını da şöyle tasvir ediyor Bediüzzaman:
“…Bin üç yüz otuz sekizde Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i îmanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. ‘Eyvah!’ dedim, ‘Bu ejderha îmanın erkânına ilişecek.’ O vakit, şu âyet-i kerîme bedahet derecesinde Vücud ve Vahdaniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdat edip, o zındıkanın başını dağıtıcak derecede Kur’ân-ı Hakîm’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî bir risâlede yazdım. Ankara’da Yeni Gün Matbaasında tab’ ettirmiştim. Fakat, maatteessüf, Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir sûrette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu…”
Dipnot:
1- Lem’alar, s. 132.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder