27 Eylül 2015 Pazar

BÜLBÜLÜN FERYADI







İbrahim aleyhisselamı ateşe attıkları zaman bütün melekler, vahşi hayvanlar ve kuşlar ağlaştılar ve etrafında toplanıp, İbrahim aleyhisselama bir yardım yapabilmenin çaresini aradılar.

Bunların arasında zayıf bir bülbül yavrusu vardı. Kendini ateşe atacağı sırada Hak teâlâ, Cebrail aleyhisselama emredip buyurdu ki:

– O kuşu tut ve ne dileği olduğunu sor.

Cebrail aleyhisselam kuşu tutup istediğini sorunca, kuş dedi ki:

– Halilullahı ateşe atıyorlar. Madem ki kurtarmaya kâdir değilim, bari onunla beraber ben de yanayım.

Hak teâlâ buyurdu ki:

– O kuşun benden dileği nedir?

Bülbül şöyle arz etti;

Benim dünyada, Hak teâlânın adını anmaktan başka arzum yoktur. Bin bir ismi olduğunu işittim. Yüz birini biliyorum. Dokuz yüz ism-i şerifini de bilmek isterim.

Hak teâlâ kuşun dileğini yerine getirdi.

Şimdi sahralarda feryat eden bülbül, Hak teâlânın ismini söylemektedir.

Nemrud’un ateşi, İbrahim aleyhisselama gülistan olunca, bülbül gelip gül ağacında nağmeye başladı. O zamandan kıyamete kadar, gül ağacına muhabbet etti, aşık oldu...



5 Eylül 2015 Cumartesi

CENNETİ SIRTINDA TAŞIYAN GENÇ

Cennet'i sırtında Taşıyan Adam (çok güzel bir hikaye)

20 Yılı aşkın süredir oturmakta olduğum mahallemizde, evliya olduğu söylenen asırlık bir ihtiyar vardı.İsmi pek bilinmediği için kısaca "Nur Dede" diye çağırılan bu ihtiyar, insanın karşısına hiç umulmadık zamanlarda çıkar ve kerametli sözleriyle onların dertlerine derman olurdu.
Bir gün karşılaştığımızda, kısa bir sohbetten sonra:
Bana da dua et dede, dedim. Dünyanın yükü, benim omuzlarımda sanki.
Titrek elleriyle kulağımı çeker gibi yaparak:
Cenneti taşıyanların yanında dünyayı taşıyanların lâfı olmaz evlât, dedi. Ve hemen sonra, Cenneti yüklenen o adamı nerede görebileceğimi tarif etmeye çalıştı.
Nur Dedenin bahsettiği kişi, yakın köylerin birinde oturan ve her cuma günü şehre gelen bir gençti. Bu bahtiyar insan, dedenin anlattığına göre son zamanlarda hep aynı binaya uğruyor ve sırtındaki o mübarek yükü, bir an bile olsun bırakmıyordu.
Nur Dede ile karşılaşmamızdan sonraki ilk cuma günü, tarif ettiği yere giderek beklemeye koyuldum. Burası, merkezî bir binanın en üst katıydı. Büroların açıldığı koridorda uzun süre gezindikten sonra, merdivenlerde ayak sesleri duydum. Atılan adımların yorgunluğu sebebiyle onların bir gence ait olduğunda tereddüt etmeme rağmen, Cennet'i taşıyan adamın geldiğini hissediyordum. Merakımı yenemeyip merdivene doğru ilerlediğimde, bir anda onunla karşı karşıya geldim. 25-30 yaşları arasında çelimsiz bir insandı ve yaşlı annesini sırtına almış vaziyette, asansörü her zaman bozuk olan işyerinin beşinci katındaki doktor muayenehanesine tırmanmaya çalışıyordu. Delikanlının annesi, güçsüz kollarını evlâdına dolamış ve işlemeli yemenisi ile çevrelediği nurlu yüzünü, hafifçe yana çevirmiş vaziyette oğlunun omuzlarına dayamıştı.
Sırtındaki mukaddes yükü rahatsız etmekten korktuğum için o gence yardım edemedim. Ama yanına yaklaşarak:
 ALLAH senden razı olsun kardeşim, dedim. Cennet'i taşıdığının farkında mısın? Delikanlının terli ve solgun yüzü, sıcak bir tebessümle aydınlandı. Fakat nedense tek kelime bile konuşmadı. Ama RABBiM biliyor ki, o tebessümde, ömrüm boyunca hiç kimsede görmediğim bir sıcaklık ve güzellik vardı. Belki de haşir ve sırattan sonra, ebedî saadet diyarına doğru uçan Cennet insanlarının mutluluğu.
90'lı yılların hemen başında, Adapazarı'nda, Ordu Evi karşısındaki bir iş hanında yaşadığım bu hatırayı, kardeşlerimin arzusuyla kaleme aldım. O günden sonra anne veya babasına hizmet eden bir genç gördüğümde, Cennet'i taşıyan o adamı hatırlarım. Tabi ki bir de, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in (s.a.v.) : "Anne ve babasının ihtiyarlığına yetişip de Cennet'i kazanamayanlara şaşarım" şeklindeki mübarek sözlerini.

Cüneyd Suavi, Hayatın İçinden 

KAZANMAK KAYBETMEK DAVASI

Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhâssa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâ-tereddüd sarfedecek. İşte o dava ise, yüzbin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev'-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler va'd u ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?
   İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen hârika bir dava vekilini o işde çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malayaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzımdır diye kanaatımız var.

Şualar - 202

2 Eylül 2015 Çarşamba

CANLI ÇEŞİTLERİ

CANLILAR KAÇA AYRILIR

Gel oğlum. Kalk bakalım tahtaya, sana bir sorum var.
– Buyurun, sorun öğretmenim
– Canlılar kaça ayrılır?
– Dörde ayrılır öğretmenim.
– Bana yanlış gibi geldi ama say bakalım.
– Bitkiler, Hayvanlar, İnsanlar, Çocuklar…
– Çocuklarda insan değil mi oğlum?
– Haklısınız, o zaman canlılar üçe ayrılır öğretmenim.
– Peki, şimdi yeniden say bakalım.
– Bitkiler, Hayvanlar ve Çocuklar…
– Oğlum, insanlara ne oldu?
– Kalplerinde sevgiyi yeşertip düşünebilenleri hep çocuk kaldılar, diğerleri de hayvanlaştılar öğretmenim..