15 Kasım 2025 Cumartesi

KİME KARŞI GÜNAH İŞLİYORUZ?

 Günahımız kime karşı? 

İnsan iki şeyden mürekkeptir; birisi bedeni, diğeri ise ruhudur. İnsan bedeni bu kâinatın maddesiyle münasebettar olduğu gibi; ruh da o madde­de tecelli eden esmâ-i İlâhiye ve sıfat-ı kudsiye ile ve bunların müsemmâ ve mevsufu olan Sani-i kâinat ve Hâlik-ı ezel ve ebedin marifeti ve mu­habbetiyle alâkadardır. Meselâ; insan bedeni, bir elmadaki vitaminler ile alâkadar olurken ruhu da bu elmada tecelli eden lûtuf ve ihsana, kerem ve in’ama meftûn ve onların Sahib-i Zülkemâl’i olan Rahmân-ı Rahîm’e müteveccihtir. İşte, irade sıfatından gelen Tekvinî şeriatiyle bu kâinat sarayında had ve hesaba gelmez bir nimet sofrasını insan bedeninin önüne seren Sani-i Kerîm; o insanın kalben ve ruhen terakki etmek için yapması icabeden şey­leri de Kelam sıfatından gelen şeriatiyle, yani emir ve nehiylerinin mecmu­ası olan Kur’an-ı Hakîm ile insanın önüne sermiştir. Tekvinî Şeriat âhiretten ziyade dünyaya nâzır olduğundan, bu kâinat sof­rasından maddeten istifade etmek de ruhtan ziyade, bedenle alâkadardır. Dünyadan ziyade âhirete nâzır olan Kur’ân-ı Hakîm ise, insanın hangi mânevî gıdalarla rıza-ı İlâhiye’ye ve saadet-i ebediyeye mazhar olacağını ve nelerden içtinabla gazab-ı İlâhî’den ve şekavet-i dâimeden mahfuz ka­lacağını bizlere bildirmiştir. Ruhun bedenle, ebedî saadetin ise bu fani hayatla kıyas kabul etmeye­ceğini idrak eden insan, Kur’ân-ı Kerîm’in fermanlarına harfiyen riayete azami derecede hassasiyet göstermelidir. Bedenini beslemek için kâinattaki ışıktan, havadan, sudan tut, ta sebze­lerin ve meyvelerin envaına kadar her şeye ihtimam gösteren ve bu noktada aza kanaat etmeyen insanın, bu ihtimamı çok daha fazlasıyla; ruh ve kalbi­ni besleyen mânevî gıdalara yani Kur’ân-ı Kerîm’in emir ve nehiylerine karşı da göstermesi yaratılışının muktezasıdır. Bir insan, bedenini beslemek için bir cihetle kâinatı yiyor, yine de onu muhafaza edemiyor ve ölüyor. Ruhuna karşı ise hakikatın zıddıyla muamele ederek, sadece bir iman ettim demekle yetiniyor ve ruhun gıdası olan amellerde ihmalkârlık yapıyor. Yalnız mücerred bir imanın ruh binamızı ayakta tutacağı ve onu ebedî saadete kavuşturacağı çok şüphelidir. Bedenimizin çeşitli gıdalarla beslen­mesi gibi, ruhumuzun da sıhhatını muhafazası ve terakki etmesi için birçok gıdalar alması lazımdır. Kur’ân-ı kerîm bütün ayetleriyle ve umum ehâdis-i nebeviye bu gıdaların neler olduğunu bize öğretmiş bulunmaktadır. İnsan sadece ekmek yemekle iktifa etmediği gibi, sadece namaz kılmak­la da iktifa etmemelidir. Bir kimse, bedenine ihtimam gösterirken, her âzasıyla alâkadar oluyor ve zararlardan muhafazaya çalışıyor. Meselâ, ayağındaki bir parmağına ehemmiyet vermemezlik etmiyor. Bu parmağa bir arıza geldiğinde bütün kuvvetiyle onun yardımına koşuyor. İnsan bu hassasiyeti ruhu için de gös­termeli ve işlediği hiçbir günahı küçük görmemelidir. Her günahın ruhta açtığı yara, muhtelif ve mütefavit olmakla beraber, en küçük günah dahi, misâldeki parmak yaralanması gibi, ruhu incitmektedir. Meselenin diğer bir yönünü de yine bir misâlle izaha çalışalım: Bir padi­şahın muhtelif emirleri ve bu emirlere uymamanın da muhtelif cezaları var­dır. Cürümler ve cezalar muhtelif olmakla beraber, bütün cürümlerin müş­terek olduğu nokta, padişahın emrine riayet edilmemesi meselesidir. Bir kimse bu noktada küçük suçları da kendi nefsi itibariyle büyük addetmeli ve sultanın emirlerine itaatsizlikten şiddetle çekinmelidir. Aynen bunun gibi, küçük günahların büyük günahlarla ittifak ettikleri husus, her iki hâl­de de bu kâinatın Mâlik-i Ebedî’si ve Sultan-ı Sermedî’sinin emri hilâfına hareket edilmesidir.Yani, günahın küçüklüğüne değil, günahın kime karşı işlendiğine nazar edilmelidir. Yukarıda izah ettiğimiz mesele, kendi nefsimizi günahlardan muhafaza için dikkate almamız gereken önemli bir nokta olmakla beraber, başkaları­nın günahlarını bu düşünce tarzıyla değerlendiremeyiz. Müsbet ve menfî bütün fiillerin fazilet ve mahzur; mükâfat ve ceza dereceleri en ince teferru­atına kadar dinimizce tayin ve tesbit edilmiştir. İşlenen müsbet veya menfî bir fiile terettüb eden bu ceza veya mükâfatı noksanlaştırmak veya çoğaltmak hiç kimsenin haddi değildir. Binaenaleyh, kendi işlediğimiz küçük günahlarımızı büyük görerek sakınmaya çalışabi­leceğimiz hâlde, başkalarının günahlarını ancak dinimizin tesbit ettiği ölçü­ler içinde değerlendirebiliriz. Mehmed Kırkıncı

MANEVİ YANİ RUHİ RAHATSIZLIKLARIN TEDAVİSİ

 Stres, sıkıntı, depresyon bu asır insanlarının en çok muzdarip oldukları rahatsızlıklar. Günümüz insanlarının küçümsenmeyecek bir kesimi, şu veya bu şekilde bu hastalıklara maruz. Araştırmalara göre başta kadınlar ve gençler olmak üzere hemen her yaş grubundaki insanlar halk arasında ruh hastalıkları diye anılan stres, depresyon gibi hastalıklarla boğuşuyorlar. Bu çeşit hastalıkların sonucu olarak ülkemizde küçümsenmeyecek intihar olaylarına şahit oluyoruz.

Bu nevî rahatsızlıkların tedavisi için çareyi psikolog, psikiyatri kapılarında arayan hastaların bir çoğu aradıklarını bulamamanın çaresizliği içinde, sonuç vermese dahi belki de ömür boyu ilâç kullanmayı alışkanlık haline getiriyorlar.


Bazılarının “teknoloji asrı, sanayi asrı, medeniyet asrı” diye nitelendirdikleri bu asrı Bediüzzaman aynı zamanda “hasta asır, bedbaht asır, gaddar asır, helâket ve felâket asrı” şeklinde nitelendirir. Şurası enteresan ve aynı zamanda acı bir gerçek ki, bir çok nimeti, bir çok imkânı günümüz insanlarına sunan bu asır, beraberinde bir çok derdi, sıkıntıyı, huzursuzluğu getirdi. Maddî bir çok imkâna, bir çok nimete kavuşan günümüz insanı, aradığı huzuru ve mutluluğu bulamadı. Hayalindeki hemen bütün özlemlere kavuşan bu asrın insanı, bu defa sebebini bilemediği sıkıntılara, bunalımlara maruz kaldı.


Hasta, bedbaht asrı doğru teşhis eden Bediüzzaman, çare ve tedavi yollarını da bu asır insanının nazarına sunmuş aslında. Duçar olduğu hastalığın farkına varmayan bu asrın insanı, çare ve tedavi noktasında da mütehayyir ve şaşkın çoğu zaman. İsabetli bir teşhis olmayınca, doğru ve yerinde bir tedavi de olamıyor.


Maddî rahatsızlıkların çare ve tedavisi, ekseriya maddî ilâçlarla olduğu gibi, manevî hastalıkların tedavisi de çoğunlukla kalbi ve ruhu teskinde etkili olan manevî tedavilerle olduğu inkâr edilemez. Bunun için bunalım, stres, depresyon gibi rahatsızlıklara maruz kalan hastaların manevî yöndeki tedavileri göz önünde bulundurmalarında fayda var.


Bu meyanda hasta ve bedbaht asrın bir nevî manevî hekimi sayılan Bediüzzaman Risâle-i Nur’da önümüze manevî reçeteleri sunuyor. Meselâ Yüce Allah’ın Fussılet Sûresi 44. âyeti olan “Kur’ân iman edenler için bir hidayet rehberi ve şifadır” mealindeki âyeti tefsir ederken; “Şu şifalı âyet çok zamandır benim dertlerimin şifası ve ilâcı olduğu gibi eczahane-i kübrâ-yı İlâhiye olan Kur’ân-ı Hakîmin tiryakî ilâçlarından, Risâlei’n-Nur eczalarının kavanozlarından alarak, belki bin mânevî dertlerime bin kudsî şifayı buldum ve Resâili’n-Nur şakirtleri dahi buldular.” (Şuâlar, s. 1081) Yine Bediüzzaman, “Biz Kur’ân’dan mü’minler için şifa ve rahmet olan şeyi indiriyoruz” mealindeki İsrâ Sûresi’nin 82. âyetini açıklarken “Bu asrın manevî ve müthiş hastalıklarına şifa” olarak niteliyor.


Yalnızca abdest almanın dahi gözle görülür bir huzur ve ferahlık verdiğini; dua etmenin, Kur’ân, Cevşen okumanın, namaz kılmanın stres, sıkıntı, bunalım gibi ruhî sıkıntıları hafifleterek, ruh ve kalbe bir ferahlık verdiğini herkes biliyor. Ayrıca Risâle-i Nur’la meşgul olmanın, onu okuyup veya dinlemenin de ruha ve kalbe sürur ve huzur verdiğini Bediüzzaman söylüyor ve bunun böyle olduğunu hemen bütün Nur Talebeleri yaşayarak söylüyorlar.


Ayrıca Bediüzzaman’ın Mektubat adlı eserinin 599. sayfasındaki “..hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binâen ve yaralarına devâen Kur’ân-ı Hakîm’in esrarından mânevî ilâçlar alınsa ve tecrübe edilse, elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlâs ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir” tesbitini de iyi değerlendirip tecrübe etmekte fayda var.


Görülüyor ki, en az maddî hastalıklar kadar, hatta onlardan daha fazla ruh ve kalbi rahatsız eden manevî hastalıklar günümüz insanlarını tehdit ediyor. Enteresandır ki maddî hastalıkları için hastane kapılarını aşındıran insanlar, dûçar olduğu manevî hastalıkları ya hiç nazara almıyor veya çareyi yanlış yerlerde arıyor. Manevî rahatsızlıkların tedavisinin, maneviyatta olduğunu düşünmüyor.

ANA BABA HUKUKU

 İslam dini, anne-baba hukukunun önemini; her halûkârda onlara itaatin ehemmiyetini; hangi sebeple olursa olsun onları kırıp, rencide etmenin yasak olduğunu; onların rızalarını ve memnuniyetlerini tahsil etmenin farz-ı ayn olduğunu her müslümana bildirir.

Gerçek ve doğru olan şudur ki; her evlât hiçbir özür beyan etmeden, haklı veya haksız hiçbir sebep öne sürmeden anne ve babanın rızasını tahsil etmenin gayretinde olmakla vazifelidir. Bu yolda azamî şefkatini ve merhametini esirgememelidir.


Evlat haklı bile olsa anne babasına isyan edemez. Onların İslama aykırı olan isteklerini yerine getirmeden, evlatlık görevlerini yapmaya devam ederler. Güzel bir lisanla anne babayı kırmadan isteklerinin yanlış olduğu ifade edilir.


İtaat etmek ayrıdır, isyan etmek ayrıdır. Allah Teâla’ya isyan olmadıkça anne-babaya mutlak itaat emredilmiştir. O halde Allah’ın emrine aykırı olmayan her isteklerini yerine getirmek gerekir. Allah’ın emirlerine aykırı olan isteklerine ise uyulmaz; ama isyan da edilmez. Bu istekleri yerine getirilmez ve sessiz kalınır. Hürmet, saygı ve hizmet devam eder.


Baba ne kadar haksız da olsa, oğul onun rızasını tahsil etmeye mecburdur. Oğul da ne kadar serkeş de olsa, baba şefkat-i fıtriyesini ona karşı esirgemez ve esirgememeli.

(Emirdağ Lahikası, syf.77)


Müşrik bile olsa anne ve babaya hürmet hususunda bir ayette Cenab-ı Hakk(c.c) şöyle buyurmuştur: “Eğer onlar(ebeveyn) sence ilimde (yeni) olmadık herhangi bir şeyi bana eş tutman üzerinde seni zorlarlarsa kendilerine itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana dönenlerin yoluna uy…”

(Lokman Sûresi, 15)


Esma Bintu Ebî Bekr(r.a) anlatıyor: Henüz müşrik olan annem yanıma geldi. Nasıl davranmam gerekeceği hususunda Hz.Peygamberden(a.s.v) sorarak : “Annem yanıma geldi, benimle görüşüp konuşmak arzu ediyor, anneme iyi davranayım mı?” dedim. “Evet” dedi, “ona gereken hürmeti göster.”

(Buharî, Hibe 28; Edeb 8)


Mevzu ile alakalı Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden bir hatırayı, Mustafa Birlik ağabey şöyle aktarıyor: “Pederle ayrılmak icap etti ya. Nurcu olduktan sonra dargın duruyordu. Sonra ben Üstad Hazretleri’ne yazdım. “Ben gidiyorum, kovalıyor” falan diye.


Üstad da “Kardeşim, sahabe-i kiram da bu imtihanı, ebeveyni ile olmuş. O kapıdan kovacak, sen pencereden gir. Pencereden kovarsa, bacadan gir. Sen vazifeni yap, vazife-i İlahiye’ye karışma. O, günü gelince sana dua edecektir.” dedi.


Aynen öyle olmuştur. Son haftalarında Beyşehir’e gittiğimiz zaman babam ‘Yanlış anlamışız’ dedi.”

(Son Şahitler, Necmeddin ŞAHİNER)


NASİHATÇILARIN NASİHATININ TESİR ETMEMESİNİN SEBEPLERİ

 Peki yapılan vaaz ve nasihatler niçin istenen manada etkili olamamaktadır?

Bu mevzunun Üstad Bediüzzaman’ın da dikkatini çektiğini görmekteyiz. O, vaizleri dinlediğini, nasihatlerinin kendisine tesir etmemesinin üç sebepten kaynaklandığını ifade etmektedir:


Birinci sebep: Hocalarımız hazır zamanı geçmiş zamana kıyas etmektedirler. Tesirli olması için vaaz konusu iddiayı (dinî mevzuyu) ilmî delillerle ispat etmeleri gerekirken, tasvir ederek mübalâğalı / abartılı göstermektedirler. Halbuki eski zaman insanlarında teslim kuvvetliydi. İnsanlar genellikle hocalara itimat ederlerdi.


Günümüzde materyalist akımların gelişmesiyle teslim kırılmış, akıl işletilerek sorgulama yapılmakta, inanmak için ispat istenmektedir. Zamanımızda inançsızlık fen ve felsefeden gelmektedir. Bu yüzden zihinler karışıktır. Vaazlarda bu karışıklığı izale edecek ilmî izahlar yerine, parlak dinî hikâyeler anlatmak cemaati ikna etmemektedir. 2


İkincisi: Vaizlerimiz, bir şeyi tergip (sevdirme) ve terhip etmekle (korkutmakla), ondan daha mühim bir şeyi tenzil edeceklerinden (düşüreceklerinden), muvazene-i Şeriatı muhafaza etmemektedirler. Meselâ gıybeti katle / insan öldürmeye eşit, ayakta bevl etmeyi zina derecesinde göstermek, bir dirhem (üç gram) sadâka vermek, Hac sevabına mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katil, zina ve Haccın kıymetini düşürmektir. 3


Üçüncüsü: Hocalarımız, belâgatın gereği olan mukteza-i hale mutabık, yani zamanın gereklerine uygun, zamanın hastalığına münasip söz söylememektedirler. Sanki insanları eski zamanın köşelerine çekiyorlar ve konuşuyorlar. Halbuki büyük vaizlerimiz hem muhakkik (araştırıcı) âlimler olmalılar, ta ki sözlerini ispat ve insanları ikna edebilsinler, hem de mudakkik (ince tetkik eden), hikmetli söz söyleyen kişiler olmalılar. Ta ki onlar, şeriatın muvazenesini bozmasınlar, ilim ve fennin hükmettiği günümüzde zamana uygun, insanları ikna eden hatipler olabilsinler. Böyle olmaları şart olduğunu söylemektedir. 4


Meselâ kalp hastası olan birine, mide ilâcı vermek doğru bir tedavi değildir. Aynen bunun gibi günümüzde insanların kalp hastalığı iman zayıflığıdır. Risale-i Nur’un yaptığı gibi iman takviyesi yapılması gerekirken, tarihten güzel ahlâka dair kıssalar anlatmakla yetinmek, nasihatlerde pek tesirli olmayacağı aşikârdır.


Bediüzzaman’a göre vaizlerin nasihatlerinin tesirsiz olmasının diğer bir sebebi; ahlâksız insanlara, “Haset etme, hırs gösterme, adavet/ düşmanlık etme, inat etme, dünyayı sevme! Yani ‘fıtratını/yaratılışını değiştir” gibi onlarca yapılamayacak bir teklifte bulunmalarıdır. Halbuki insanlara “Bu duygularınızın yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını/kanallarını değiştiriniz; dünyayı Allah hesabına seviniz” deseler daha etkili olurlar. 5


Son söz: Vaizler yukarıda ifade edilen tarzda nasihat vazifesini eda ederlerse, yani iman ve Kur’ân hakikatlerini Risale-i Nur tarzında izah ederlerse sözlerinin etkili olacağı kuvvetle ümit edilir.

Dipnotlar:

1- Milliyet Gazetesi, İnternet sayfası. 2- Mektubat, YAN, s. 445. 3- Muhakemat, YAN, s. 53. 4- Divan-ı Harbi Örfi, YAN, s. 88. 5- Mektubat, YAN, s. 46

14 Kasım 2025 Cuma

AİLELERİ SARAN TEHLİKE

“Çocuk tecavüzleri, tacizleri ve Cinayetleri!”

Bu toplum ve millet neden ve nasıl bu hale geldi?! Bu konuda, fert ve millet olarak hiç birimiz masum değiliz. Bu konuda hepimiz, fert ve kurumlar olarak konuyu çok ciddiye alıp, sağlıklı bir analiz ve çözüme acilen ihtiyacımız var.

Türkiye’nin son günlerde yaşadığı bu derin sendrom; kaybolan çocuklar! Son olarak bu konuda zirve yapan olay; Ağrı’da on sekiz gün süren aramaların sonunda bir dere yatağında cansız bedenine ulaşılan dört yaşındaki minik ve sevimli dünya güzeli Leyla Aldemir cinayeti oldu. Türkiye; medyasıyla, sohbetiyle, siyasetiyle bu cinayete odaklandı, konuştu, yürekler yandı, toplum kökten bir çalkalandı. Aileler, Leyla cinayetiyle büyük, derin bir vahşet ve dehşeti yaşadı. Ümidimiz ve beklentimiz odur ki; inşallah her zaman olduğu gibi bu konu da birkaç gün sonra tavsamaz, unutulup “Sümen altı” edilmez.

Resmi kaynaklar şu an itibariyle ülkede, 5.000 (Beş bin) çocuğun kayıp olduğunu ve arandığına işaret ediyor. –Gayri resmisini bilemiyoruz! Bu dehşet verici hale nasıl ve neden geldik? Asıl düşünülmesi ve kafa yorulması gereken bir dehşet ve ibret tablosu! Ülke gerçekten büyük bir buhranın içinde! Günübirlik yaşamayı ve her şeyi siyasete ve bir üste veya belli sorumlulara atıp kurtulmaya çalışmak “ucuzcu” bir anlayıştır. Bunun çok ötesinde bir şeyler yapmak ve çare bulmak zorundayız.

Bu konuda en önemli çözüm yollarından birisi; işe toplumun temel direği olan aileden başlamak olduğunu düşünüyorum. Bu milletin en sağlam ve temel direği olan Aile yapısının çatırdadığı ve büyük erozyon yaşadığı bir gerçek. Son yıllarda bunun için “Aile Bakanlığı” diye bir bakanlık ta ihdas edildi. Ama ne derece sorumluluk ve görevini yapıyor, amaç ve kapsamı yeterli mi? Bu konuların daha dikkatli analiz edilip değerlendirilmesi lâzım. İşin “resmi” yanının çok ötesinde; “sivil toplum hareketi” olarak samimi, halis ve aidiyet duygusuna sahib bir yapılanmanın sorumluluk alması lâzım. İşin başkalarına havalesi ve savsaklanma lüksü yok!

Bu konu; “Bu asil millet!” diye başlayan hamaset nutuklarıyla, türbinlere oynama yoluyla da halledilecek bir konu değildir. Milletimizin gerçekte var olan bunca güzel vasıf ve değerlerini öne çıkarıp temele inen çözüm yollu bir gündem ve vizyonla ele alınması lâzım.

Aile içerisinde karşılıklı sevgi, muhabbet, saygı, şefkat, merhamet, hak, hukuk, adalet ve sorumluluk duygularını yeniden tesis edip, yeşerterek işin temeline inilmelidir. Meselâ; “Anne” kavramı, manası, değeri, önemi, her insanın yaşantısındaki yeri nedir? Bu mevhum ve kavramın temelinde inanca dayalı bir fikir ve tatbikatın olması gerekir. “Annenin” manevî değeri ve kavramının ilkönce zihinlerde tesis edilmesi sağlanmalıdır. Bunun eğitimi okullarda müfredata konulmalı ve tatbikatlı öğretilmelidir.

İlâhi emir: “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: “Rabbim!, Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.” (İsra suresi. 23/24) demektedir. Bu emrin kalp, ruh, duygu ve gönüllere işlenmesi lâzım.

KONUNUN ANNE BABA BOYUTUNDA;

Çocuk doğurmanın çok zor ve acı vericiliği ile, onu yetiştirme sürecinin vebal ve sorumluluğun ancak gerçek bir “ANNE BABADA!” olacağı zihinlere kazınmalıdır.

Ne kadar ihanet olsa bile, doğduğu andan itibaren ölünceye kadar evladına asla şefkatin hiç kaybetmeyen dünyadaki tek canlı varlık gerçeğinin bir “ANNEDE!” olabileceği anlatolmalıdır.

Namaz dahil en önemli konularda bile umursamazlık ve tembellik gösterip uykudan vazgeçebilen bir kadının, konu bebeği, çocuğu olunca; çocuğunun rahatsızlığı veya sağlığı için her şeyini feda edebilen bir insanın sadece “ANNE!” olabileceğine dikkat çekilmelidir.

Hayatta herşeyi ihmal edebilen ama sadece çocuğunu ihmal etmeyen tek insanın gerçek bir “ANNE!” olduğu hakikati öğretilmelidir.

Herşeyi terk ettiği halde; terk edemediği tek şeyi evladı olan tek canlı varlığın gerçek bir “ANNE!” olduğu unutulmamalıdır.

Yavrusunun hayatı için kendi hayatını feda eden tek varlığın ancak gerçek bir “ANNE!” olduğu göz ar edilmemelidir.

Dünya güzeli bir annenin yüzü gülümsediğinde çok daha güzelleştiği atlanmamalıdır.

“Dünya üzerindeki hiç bir duygunun anne sevgisi kadar güçlü ve içten olmadığı hatırdan çıkarılmamalıdır.

Kelimelerle anlatılamayan fedakârlık ve karşılıksız sevgiyle, tarif edilen sadece “annedir.”

Dibinde daima af bulunan bir uçurum ancak bir anne yüreğidir.

İnsana da, anne babasına iyi davranmasını emrettik. Annesi, onu her gün biraz daha güçsüz düşerek karnında taşımıştır. Lokman Suresi 14. Ayet

Anne hakkına dikkat et! Onu başında taç et! Zira anneler doğum sancısı çekmeselerdi, çocuklar da dünyaya gelmeye yol bulamazlardı. Hz. Mevlana

Dünyada öğretilen bütün bilgilerin hiçbiri, bize bir ananın bakışının bir kelimesinin verdiği şeyi vermeye muktedir değildir. Wilhelm Raabe

O zaman anneniz sağsa ve hâlâ sizinleyse!!! ONA BİR DAHA SARILIN!

KONUNUN EVLAT BOYUTU;

Annesinden dayak yediği halde, yine “anne” diye ağlayan tek varlık bir “çocuktur!”

Çocuk, bir kadın ve erkeğin en büyük hayallerinin ürünüdür. Çocuk, ebeveynlerin dünyasında cennetten bir kokudur. Kötü bir şey olduğunda keşke onun değil benim başıma gelseydi denilen tek şey evlattır!

Anne, babalar, Allah’tan korkmalı ve çocukları arasında adaleti gözetmelidirler.

Analık ve eğitimci olma doğru sözlü ve özlü olmayı gerektirir. Anam yalan söyledi. Bakıcım yalan söyledi. Hocam yalan söyledi. Bana söylenenlerin tam tersi bir dünyada ne yapılabileceğini ben nereden bilebilirim ki? (Bernard Shaw)

Yavrular; anneler için bir sanatçının en güzel eseridirler.

Anne ile evlat arasında bağı koparan tek şey göbek bağıdır.

Çocuğun okulu, annenin kalbidir.

Anne kolları şefkatten yorulmamıştır, çocuklar orada derin derin uyurlar. (Victor Hugo)

Beşik sallayan eller, dünyayı yerinden oynatacak bir gücü simgeler. (Peter de Vries)

Evladın sevgi dolu kolları bir annenin boynundaki en değerli mücevherdir.

Bir baba, evladına güzel edepten daha efdal bir şey hediye etmez. (Hz. Muhammed)

Bütün dünyada bir tek güzel çocuk vardır. Bütün annelerde ona sahiptir.

Çocuğunu kaybeden bir anne için her gün ilk gündür; bu ıstırap ihtiyarlamaz. (Victor Hugo)

Çocuğunuz yalan söylüyorsa ya sizden korkuyordur ya da sizin yaptığınızı yapıyordur. Yalan söyleyen anne ve babaların, yalan söyleyen çocukları olacaktır.

Çocuk, cennet nimetlerinden biridir.

Çocuk, dünyanın en büyük saadetidir.

Çocuklarınıza dilini tutmasını öğretin, konuşmasını nasıl olsa öğreneceklerdir. (Benjamin Franklin)

Çocuklarınıza ikramda bulunun ve onların edebini güzelleştirin.

Çocukluk, mantığın uykusudur.

Dünyada insanın en önemli işi, yüzünü ağartacak çocuklar yetiştirmektir. “Bertrand Russell”

Evlat istediğin gibi değil, yetiştirdiğin gibi olur.

Evlatlar, anne ve babalarının kötü örnekleriyle bozulmaya devam ettikçe, yeni bir dünya kurulamaz. ( Alexis Carrel )

Evlatlarınıza “ilk söz” olarak “Lailahe illallah”ı öğretin.

İyi evlat babayı vezir, kötü evlat rezil eder.

Meğer candan öte bir can daha varmış ve onun adı da evlatmış.

Oğlan babadan öğrenir meclis gezmeyi, kız anadan öğrenir sofra yazmayı.”

KONUNUN AİLE BOYUTU;

”Biz bir aileyiz, güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya kimsenin gücü yetmeyecek! Dokunma artık aileme! Dokunma çocuklarıma! Dokunma yavruma! Dokunma sevgi bağlarıma! Gönül dünyama!

Netice olarak; bu güzel ülkede, güzellikler içerisinde aile ve toplum boyu güzel zamanlar ve güzel hatıralarla yaşamak, birlikte, mutlu, karşılıklı, saygı, yardımlaşma, paylaşma, emniyet ve saadetle yaşamak ümit ve temennisiyle.


SÖZ GÜMÜŞ İSE SUKUT ALTINDIR

Ne güzel bir öğüt... Kelimeler ki, kimi zaman göklere çıkartır insanı, kimi zaman yerle yeksân eder. Atalarımızın dediği gibi; “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı!”

İşte bu yüzden kime karşı olursa olsun kullandığımız kelimeler bizim seviyemizi belirler. Kimi zaman da suskunluklarımız seviyemizi belirler. İnsan ya sadece bilmediğinden susmaz, bildiğinden de susar. Edep bilir susar, saygı bilir susar, hak bilir susar, sevgi bilir susar, hatır bilir susar... Bazen de konuşsa bile birşeyin değişmeyeceğini bilir susar... Ve onların yerine melekler konuşur cevap verir.


 Rivayet edilir ki; Peygamber Efendimiz (asm) birkaç sahabesi ile birlikte sohbet etmekteydi. Arsız bir adam geldi ve Hazret-i Ebu Bekir’in yüzüne karşı lâf atmaya ve hakaret etmeye başladı. Hazret-i Ebu Bekir başlangıçta çok sabretti, cevap vermedi. Fakat adam susmak bilmeyince Hazret-i Peygamber’in de (asm) yanında bu kadar arsızlığı Hazret-i Ebu Bekir’i kızdırdı. Nihayet sabredemedi ve adamın lâflarını iade etmeye ve adama karşılık vermeye başladı. Peygamber Efendimiz de (asm) kalkıp yürüdü ve onları terk etti.

Yanlış yaptığını anlayan Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Peygamberin (asm) ardı sıra koştu ve Peygamber Efendimiz’den (asm) özür diledi.

Peygamber Efendimiz (asm): “Sen sabrettiğin sürece bir melek sana duâ ediyor, adama cevap veriyordu. Sen cevap vermeye başlayınca melek gitti şeytan geldi. Ben şeytanın bulunduğu mecliste bulunmam.” buyurdu.

Buradaki ölçüt, şu âyetin ölçütüyle aynı olsa gerek: “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler.” (Furkan Sûresi, 72.)


Konuşmak ise, uygun muhatabına ve yerli yerinde yapılmalı.. İşte imtihan da burada. İnsan nefsine söz geçirebilse zaten uygun yerde susacak, uygun yerde konuşacak. Peki hangisi daha çok pişmanlık getiriyor, susman gereken yerde konuşman mı, konuşman gereken yerde susman mı? 


Sukut ile ilgili bazı güzel sözlere bakalım:


• Lâ Edri - Sustuğun hiçbir cümleden, konuştuğun kadar pişman olmazsın.


• Mehmet Âkif - Konuşmak bir mana ise, susmak binbir mana. Herkes konuşmasına konuşur, lâkin sükût yürekli olana!.”


• Lokman - Söz gümüş ise sükût altındır.


• Calvin Coleridge - Söylemediğim şeylerin hiçbiri, bana zarar vermedi.


• Confucius - Susmak, insanı ele vermeyen sadık bir arkadaştır.


• Confucius - Az konuşmaktan pek az, çok konuşmaktan ise çok sık pişman olunur.


• Mevlânâ - Kargalar ötmeye başlayınca, bülbüller susar.


• Goethe - Konuşmak ihtiyaç olabilir, ama susmak bir sanat’tır.


• Hz. Ömer - Esenlik ve huzur on kısımsa, dokuzu susmaktır.


• Özdemir Asaf - Konuşmak küçülür, küçülürse adı değişir susmak olur. Ağlamak büyür, büyürse adı değişir susmak olur...


• Fuzuli - Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.

Evet söylenince tesir olmayacaksa, nefse inat susmak gerekir. Maharet de burada işte. Gönül ehli olmak kolay değil. Bırakın kalp kırmak konuşanlara münhasır olsun, biz gönül ehli olalım...

Rafet Özcan



ŞİKAYETE HAKKIMIZ YOK

 Meselâ madenler diyemezler: "Niçin nebatî olmadık?" Şekva edemezler; belki vücud-u madenîye mazhar oldukları için hakları Fâtırına şükrandır.

Nebatat niçin hayvan olmadım deyip şekva edemez, belki vücud ile beraber hayata mazhar olduğu için hakkı şükrandır.

Hayvan ise niçin insan olmadım diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır.

Ve hâkeza kıyas et.

   Ey insan-ı müşteki!

Sen madum kalmadın, vücud nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalalette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün ve hâkeza...

   Ey nankör!

Daha sen nerede hak kazanıyorsun ki, Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği mahz-ı nimet olan vücud mertebelerine mukabil şükretmeyerek; imkânat ve ademiyat nev'inde ve senin eline geçmediği ve sen lâyık olmadığın yüksek nimetlerin sana verilmediğinden bâtıl bir hırsla Cenab-ı Hak'tan şekva ediyorsun ve küfran-ı nimet ediyorsun?

Acaba bir adam; minare başına çıkmak gibi âlî derecatlı bir mertebeye çıksın, büyük makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün; o nimetleri verene şükretmesin ve desin: "Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım" diye şekva ederek ağlayıp sızlasın.

Ne kadar haksızlık eder ve ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar büyük divanelik eder, divaneler dahi anlar.

   Ey kanaatsız hırslı ve iktisadsız israflı ve haksız şekvalı gafil insan!

Kat'iyyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır. Ve iktisad, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır.

İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır.

Eğer aklın varsa, kanaata alış ve rızaya çalış.

Tahammül etmezsen "Yâ Sabûr" de ve sabır iste; hakkına razı ol, teşekki etme.

Kimden kime şekva ettiğini bil, sus.

Her halde şekva etmek istersen; nefsini Cenab-ı Hakk'a şekva et, çünki kusur ondadır.

Mektubat - 285